Ana sayfa » Blog » Öykü – Tersine Gezegen
İlk nerede yayınladı?

Bu öykü ilk olarak 15 Aralık 2010 tarihinde Kayıp Dünya sitesinde yayınlanmıştır. Aşağıdaki metin, öykünün en son düzenlenmiş halidir.

E-Kitap Linkleri
Öykü hakkında ne dediler?
  • Kayıp Dünya (3 yorum)
    • Gayet güzel bir hikaye. Elinize sağlık… – Badahan Canatan
    • Kısa bir öykü ile Güneş Sistemi’nden on iki ışık yılı uzakta olan başka bir sisteme gitme serüvenini anlatmak kuşkusuz ki bazı oldu bittileri de beraberinde getirmiş. Bu oldu bittiler dışında, vermeye çalıştığınız fantastik düşünce, insanı zaman paradoksları için de bırakan kurgu, gayet güzel ve başarılı. – Mehmet Canpolat
  • Google Books (4.7/5 – 42 oy, 11 yorum)
    • yazarın sakın unutma kitabının hemen ardından okuduğum bu çalışması da en az ilki kadar iyi ve başarılı . yazarın karakterlerini hâkim olamayacakları ve aşamayacaklari psikolojik ve sosyal koşullara ve durumlara maruz bırakıp onların bir anlamda çaresizliklerini anlattığını söyleyebiliriz. ve ancak yazar bunu öyle güzel, gerçek ve pozsuz, zorlama icermeyen bir şekilde kotariyor ki başarısı da bundan kaynaklanmış oluyor. yani yaşanan olaylar gerçek olmasa ve olamasa bile karakterlerin içine düştüğü durumun psikolojik sonuçları bize gerçekçi bir şekilde aktarıldığı için etkilenmemek imkansız oluyor. çok beğendim hakikaten. tebrik etmemiz gerekir.
    • Muhteşem Tek kelime MUHTEŞEM – Nürgül Vural
    • Merhaba Arkadaslar tavsiye ediyorum gerçekten okurken sanki ben olayı yaşamış gibi hissettim okuyun bence – Berkay Erkekli
    • Ben okurken sanki o olayı ben yaşadım gibi hissettim okun bence harika okuyunnnnn tavsiye ederim – Polen Pelin
    • insan bitti diye üzülüyor. Romanı hikaye ye sığdırmak bu resmen. sürükleyici macera ve bilim kurgu severler için tek kelime ile MÜ-KEM-MEL 👌👌 – Gülbeyaz KARAKAŞ
    • Çok güzel okumanızı tavsiye ederim – İbrahim Çevik
  • Kobo (4.2/5 – 104 oy, 5 yorum)
    • Tebrik ederim gerçekten güzel bir hikaye idi etkilendim 🙂 – Hakan Yeşilçalı
    • Kitabı gerçekten çok beğendim. Sadece biraz daha uzun olabilirdi. Ama aradığım türde bir kitaptı ve okurken çok keyif aldım 🙂 Herkese öneriyorum bu kitabı mutlaka okumalısınız!!! – Zehra
    • Keşke biraz daha uzun olsaydı.Soluksuz okudum..Yeni hikayeleri bekliyorum. – Engin Mesut
    • Sürükleyici,merak uyandıran, bir solukta okuyabileceğiniz bir hikaye. Tavsiye ederim – Fatma ARIKOZ
    • Güzel bir kitap tavsiye ederim – DJ Btc
  • Goodreads (4.5/5 – 4 oy)
  • 1000Kitap (7/10 – 1 oy, 1 yorum)
    • Tersine gezegen bir roman değil aslında , Balkonda otururken yaklaşık bir saatte telefondan okuduğum Wattpad bilim kurgu hikayesi 🙂 2040 yılında geçen ve dünya dışından radyo sinyallerinin alınmasıyla başlayan hikayenin kahramanı Türk astrobiyolog Kemal . Dünya dışından alınan bu sinyaller için Tau ceti sistemine 12 yıl sürecek bir yolculuk icin kurulan ekibin yol boyu ve sinyalin geldiği gezegende başlarına gelen olaylar anlatılıyor. Hikayenin isminden de anlaşılacağı gibi bu gezegende kanunlar biraz ters işliyor!. Hikayeyi okurken kendinizi 6.8 IMDb puanına sahip bir filmde hissedebilirsiniz. Doğru ve yanlışlar kısmına fazla takılmadan bilim kurgu sevenler için gayet güzel ve okunabilir.
  • Bağımsız Yorumlar

Tersine Gezegen

Kemal, brifing salonunda yerini alırken on iki yıl boyunca aynı gemiyi paylaşacağı insanları süzdü. Her biri farklı milletlerden, farklı ülkelerden, farklı hayatlardan tek bir amaç için bir araya gelmiş, tek bir gaye için eğitilmişti; Tau Ceti sistemine yapılacak on iki yıllık uzay yolculuğuna ve gezegende karşılaşabilecekleri şeylere hazırlıklı olabilmek için.

Ekip arkadaşları karanlık odadaki sandalyelere yerleşirken karşı duvara yansıtılmış yazıyı okudu. “Elçi Uzay Görevi”.

Ekip arasındaki hareketlilik ve fısıldaşmalar henüz dinmemiş olmasına rağmen Operasyon Sorumlusu Bay Frost boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Arkadaşlar, bildiğiniz gibi buraya Elçi operasyonu hakkında bilgilendirilmek üzere toplandınız.” Dikkatle dinliyormuş gibi görünen kalabalığı süzdükten sonra devam etti. “Konuyu biraz baştan alacağım, çünkü anlatacaklarımdan bazıları gizli bilgi olduğundan her şeyi olduğu gibi bilmenizi istiyorum. Kamuya açıklananın aksine evrendeki ilk canlı işaretine geçen sene rastlanmadı. Aslında, SETI’nin çalışmaları yaklaşık bir buçuk yıl önce, 2040 yılının ortalarında meyvesini vermişti. Tau Ceti sisteminden radyo sinyalleri kaydetmiştik.”

Kalabalık bu yeni bilgiyi hazmetmeye çalışırken elindeki kumandadan bir tuşa bastı ve ekrandaki yazının yerini Tau Ceti sisteminin uzay teleskoplarıyla çekilmiş bir resmi aldı.

“Bir buçuk yıl önce, tekrar eden o sinyali yakaladıktan sonra, içeriğini çözebilmek için gizli bir ekip kuruldu. Fakat 6 aylık çalışmalarına rağmen sinyali çözmekte başarılı olamadılar. Sinyalin varlığı altı ay sonra kamuya açıklanmış olmasına rağmen, bildiğiniz gibi içeriği hala açığa kavuşturulabilmiş değil.”

Frost, yine kumandada bir tuşa bastı ve ekrandaki yazının yerini uzayda fotoğraflanmış Elçi gemisinin görüntüsü aldı. Kemal resmi görünce yerinde heyecanla kıpırdandı. Birkaç saat sonra gemide olacaklardı. Frost derin bir iç çekip konuşmasına devam ederken Kemal dikkatini tekrar konuşmacıya verdi.

“Arkadaşlar bildiğiniz gibi derin uykuda, Elçi gemisiyle 12 yıllık bir yolculuğa çıkacaksınız. Yolculuk boyunca gemi bize yolculuk ve mürettebatın sağlığı hakkında bilgileri otomatik olarak sürekli gönderecek. Ama asıl önemli olan şey gezegene vardığınızda iletişimi koparmamanız. Tamam, sinyallerin bize ulaşması neredeyse 12 yıl alacağı için bu karşılıklı bir konuşma olmayacak belki ama orada neyle karşılaştığınızı bilmek istiyoruz.”

Frost’un sürekli 12 yıllık yolculuğa değinip durması Kemal’e bir saat önce annesiyle yaptığı son görüşmeyi hatırlattı. Işık hızına yakın bir hızla hareket edecek olmalarına rağmen, sadece gidiş yolculuğu bile neredeyse 12 yıl sürecek olan bu operasyon yüzünden annesini bir daha göremeyeceğini biliyordu. Son görüşmelerinde, zaten yeterince üzgün olan annesinin önünde kontrolünü kaybedip ağlamamak için kendini baya sıkmak zorunda kalmıştı. Şimdi de, görüşmenin taze anısı kafasında tekrar canlanıyordu.

Boğazına gelen yumruyu geri göndermek için yutkunmaya çalışırken, şimdi konuşanın Frost değil de Kaptan Armstrong olduğunu işitince düşüncelerinden sıyrıldı, ama o daha söylenenlerin ne olduğunu anlayamadan salonda bir kahkaha dalgası koptu. Herkes gergindi ve muhtemelen pek de komik olmayan bir şeye gülüyorlardı. Bir an için annesi aklından çıkan Kemal de ister istemez sırıttı.

Kahkahalardan sonra tekrar Kaptan konuştu. “Efendim, peki bu sinyallerin tam olarak ne zaman yayınlanmaya başladığına dair bir bilgimiz var mı?”

Frost sıkıntıyla iç çekti. “Hayır yok, Kaptan Armstrong.”

Kaptandan birkaç sıra arkada oturan Kemal, Armstrong’u süzdü. Az önceki gülüşmelere rağmen kaptanın yüzü tam bir ciddiyet abidesiydi ve Frost’un cevabı karşısında sadece başını sallamakla yetinmişti.

Herkes yeni bir haber duymamış olmanın sıkıntısıyla birbirine bakarken Frost, kaptana hitaben konuştu. “SETI yıllar önce de bu sistemden gelebilecek sinyaller için antenlerini o yöne çevirmişti aslında. Fakat, ya o zamanki teknik kapasitenin düşüklüğünden ya da o sıralar bizim yönümüze sinyal gönderilmiyor olduğu için hiçbir şey yakalayamamıştık.”

Kaptan, bir kez daha anlayışla başını sallarken bir anlık sessizlik oldu. Ardından Kemal, muhtemelen olumsuz yanıt verileceğini bildiği halde kafasındaki soruyu sormak için elini kaldırdı.

“Buyurun Dr. Türk?” Bay Frost her zaman olduğu gibi ona yine soyadıyla hitap edince ön sıralardaki birkaç yüz kendisine doğru döndü. Kökenini bu kadar belli eden bir soy isme sahip olduğu için fazlasıyla dikkat çekiyordu. Kemal, duvara yansıtılmış Elçi fotosunun önünde duran Frost ile göz göze gelmeye çalışarak konuştu.

“Gezegen hakkında yeni bir veri ya da bilmemiz gereken son bir tahmin var mı?” Bunun bir astrobiyoloğun soracağı bir soru olduğunu düşünen birkaç ekip arkadaşı da sorunun cevabını merak ediyormuş gibi Frost’a doğru döndü ama Frost’un cevabı sadece, “Hayır,” oldu. “Hala yeni bir bilgi yok.”

Dr. Kemal de anlayışla başını salladı. Yeni bilgi yok demek, tek bilinenlerin hala şunlar olduğu demekti: gezegenin kütlesi dünyanınkinden biraz fazlaydı ve hesaplamalara göre yaklaşık 11 g’lik bir yerçekimine sahip olmalıydı. Bu ufak çekim fazlalığı bile normal bir şekilde hareket etmeyi güçleştirmek için yeterliydi. Gezegenle ilgili diğer önemli bir bilgi de yaşanabilir bölgede bulunuyor olmasıydı. Yani yıldızına ne çok yakın ne de çok uzaktaydı. Diğer bir deyişle üzerinde sıvı halde su ve yaşam bulunma ihtimali vardı.

Yine bir sessizliğin ardından başka soru gelmeyince Frost konuşmasını bitirdi. “Tanrı yardımcınız olsun.”


Bir saat sonra Kemal, yörüngeye çıkacak mekikte yerini aldığında ekip arkadaşlarının da kendisi gibi fazlasıyla heyecanlı olduğunu görebiliyordu. Birkaçı, daha önce gözü kapalı taktıkları emniyet kemerlerini takmakta dahi zorlanıyordu.

Kemal, her şeyin yolunda olduğundan emin olduktan sonra geri sayım boyunca nefesini tuttu. Mekik artan bir ivmeyle yerden yükselmeye başladığında da gözlerini sıkı sıkıya kapadı. Atmosferden geçmek yolculuğun en sevmediği kısmıydı. Sadece çabucak bitmesini istiyordu.

Mekik biraz rahatlar gibi olduğunda gözlerini açtı. Ters duran koltuğunda istemsiz bir şekilde öne bükülmüş olan başı yüzünden, tek görebildiği şey uçuş tulumundaki isimdi. Kemal Türk. “Uzay yolculuğu yapan ilk Türk.” Ülkesindeki gazetelerin böyle yazdığından emindi. Gerçi birkaç aydır ülke gündemini takip ettiği yoktu. Şu anda bile, kendisi uzaya fırlatılırken magazin haberleri hala gündemde daha çok yer alıyordu muhtemelen. Yine de ülkesini hayal kırıklığına uğratmamayı umdu. Görevini en iyi şekilde yapabilmek için dualar mırıldandı.

Mekik dış atmosferden çıkarken daha şimdiden evini, dünyayı özlediğini fark etti. Neyse ki, mürettebattın çoğunun aksine geride bıraktığı pek fazla insan yoktu. Her ne kadar ayrılması zor olsa da, geride bıraktığı ve en çok değer verdiği kişi olan annesinin güvenli ellerde olduğunu bilmek, biraz da olsa içini rahatlatıyordu.

Atmosferden tamamen çıkıp uzay boşluğuna ulaşınca rahatlayan mekikle beraber Kemal de düşüncelerinden sıyrıldı. Yolculuğun en çileli kısmını atlatırken, dünyayla olan bağlarının da giderek gevşediğini hissedebiliyordu.

Bir süre sonra Elçi’yle bağlandıklarını belli eden mekanik sesi duyup, arkadaşları gibi o da kemerlerini çözdü.

Yörüngede onları bekleyen Elçi, tamamen uzayda inşa edilen ilk gemiydi. Bu sayede uzay yolculuklarında kullanılan birçok gemiye kıyasla daha büyük boyutlarda inşa edilebilmişti. Boyutunun büyüklüğü de daha fazla yakıt ve ekipman barındırabilmesine olanak tanıyordu.

Kemal, ekip arkadaşlarının ardı sıra yerçekimsiz ortamda süzülerek 12 yıl boyunca evleri olacak gemiye girdi. Gerçi buraya ev demek zordu çünkü yolculuk boyunca sadece derin uyku için kullanılacaktı. Hem, dünyada yaptıkları sayısız deneme de tecrübe ettikleri gibi bunun gerçekten de uyumaktan pek farkı yoktu. O korkunç kâbuslar dışında tabii. Derin uykunun bir yan etkisi olarak uyandırılmadan hemen önce sürekli kâbuslarla boğuşurken buluyordu kendini. Bu kâbusların çoğunda, Kemal kendini Elçi operasyonunu başarısızlığa sürükleyen kişi olarak buluyor, her seferinde ekip arkadaşlarını yüz üstü bırakıyordu. Her ne kadar normal rüyalara kıyasla çok net olsalar da, kâbusların sadece birer hayal ürünü olduğunu biliyordu ve bu seferkinin sakin bir uyku olmasını diledi. Ama yine de, içinde kötü bir his vardı

Elçi’nin içinde onları başka bir ekip karşıladı. Gemiyle ilgili tüm hazırlıklar önceden tamamlandığı için şimdi tek yapılması gereken mürettebatın uyutulmasıydı. İşlemler bitince uyutma ekibi gemiden ayrılacak ve Elçi ayarlanmış olan rotasına doğru yola çıkacaktı. Gemi, bu uzun yolculuğu tek başına gerçekleştirebilecek donanıma sahipti ama belirli aralıklarla kaptan uyandırılacak, her şeyin yolunda ve herkesin sağlıklı olup olmadığını kontrol edecekti.

Kemal kendisini uyutacak olan görevlinin geldiğini görünce, üzerinde adı yazılı olan kabine yattı. Üstünde sadece iç çamaşırları olmasına rağmen kabinin içi oldukça sıcaktı. Gerçi o uykuya daldıktan sonra, dört bir yanı derisini koruyacak olan buz gibi bir sıvıyla kaplanacaktı.

Uyutma ekibinden biri, gerekli kimyasalları dolaşımına verecek olan iğneyi kolundaki damara yerleştirirken, ertesi günün çabucak gelmesini bekleyen bir çocuk gibi heyecanlıydı. Birkaç saniye sonra bilincini kaybetmeden önce gördüğü son şey uyutma görevlisinin kıpırdayan dudakları oldu, “İyi uykular.”


Uyandığında ilk düşündüğü şey yattığı yerin hem nasıl bu kadar soğuk hem de sıcak olabileceğini anlamaya çalışmak oldu. Tabutunu kapatan şeffaf kapağın ardında, dışarıda süzülerek dolaşan birkaç kişiyi görebiliyordu ama kim olduklarını çıkaramıyordu. Gözleri biraz bulanık görüyor gibiydi. Bulanıklığın tabutun üstünü kapatan camdan mı olduğuna karar verebilmek için kolunu kaldırıp cama dokunmak istedi ama kolları hareket etmedi. Kıpırdamaya çalıştı fakat kasları emirlerine itaat etmiyordu. Uyandıktan sonra yapılacak şeyleri aklından geçirmeye çalıştı.

“Adım? Kemal Türk. Yaş? 30. Türküm. Astrobiyoloğum. Geride bıraktığım bir annem var.” Bunları hatırlayabildiğine göre zihin fonksiyonları yerindeydi olmalıydı. Ters giden bir şeyler olsaydı bunları kendine sormayı bile akıl edemezdi muhtemelen.

“Hareket edebiliyor muyum? Hayır. Gözlerimi kırpabiliyor muyum? Evet. Nefes düzenim? Normal.” Fiziksel olarak da bir sorunu olmadığına kanaat getirdikten sonra hareket edebilmek için kaslarını ısıtmaya çalıştı. Derken, kabinin camdan kapağı yana doğru açıldı ve bir yüz üzerine eğildi. Görüşü hala pusluydu, o yüzden yüzün kime ait olduğunu seçemiyordu ama uzun, siyah saçlarına bakarak üzerine eğilenin sağlıkçılardan Dr. Chen olduğunu tahmin etti. Kadının dudaklarının kıpırdadığını gördü ama ne dediğini anlayamadı. Doktor, elindeki ufak fenerle gözlerini kontrol ettikten sonra tekrar sordu, “İsmin?”

Ona da az önce kendine verdiği cevabı vermek istedi ama dudakları hareket etmedi. Kendini zorlayarak tekrar denedi. “Kemal Türk.” Cevap verdiğini biliyordu ama kendi sesini bir inilti olarak duyabilmişti sadece. Belli ki, cevabı anlaşılmıştı çünkü doktor sonraki sorulara geçti, Kemal de kendine verdiği cevapların aynılarını tekrar etti. Ama en sonunda beklemediği bir şey sordu, “Kâbus gördün mü?”

Hatırlamaya çalıştı ama kötü bir şeyler gördüğünü sanmıyordu. Durumu garipsedi ama görse hatırlardı. “Hayır.”

“Bu sefer şanslıymışsın öyleyse,” dedi Dr. Chen gülümseyerek ve ekledi, “Yavaş yavaş hareket etmeye çalış.” Sonra, Dr. Chen havada süzülerek kayboldu.

Kemal şimdi kendini gerçekten canlanmış gibi hissediyordu. Ellerinin karıncalandığını hissetti, parmaklarını oynatmaya çalıştı. Garip bir sıcaklık tüm vücuduna yayılırken artık hareket edebildiğini fark etti. Kollarıyla kendini kabinden dışarı ittirdi ve havalandı.

Yolculuktan önce bir yıl boyunca aralıksız çalışmış olmalarına rağmen hala yerçekimsiz ortam doğasına aykırı bir şey gibi geliyordu. Hele de şu haliyle sanki ölmüş bedenini terk eden ruhu gibi hissediyordu kendini. Artık kontrol edebildiği elleriyle odanın duvarlarından tutunarak kimi boş, kiminde de yeni uyanan ekip arkadaşlarının olduğu kabinlerin arasından geçerek ilerledi. Yeni uyanan dostları ya da çoktan uyanmış olanlarla yüz yüze gelince, yüzlerine sağ salim uyanabilmiş olmanın verdiği bir gülümseme yayılıyordu.

Kaptanı bulmak için uyku odasından çıkmak üzereyken dilbilimci Isaak ile karşılaştı. “Dr. Türk! Kalkmışsınız bakıyorum.” Karıncalanan surat kaslarını zorlayarak gülümsemeye çalıştı. Isaak, yanından geçip uyku odasına girerken, “Kumanda odasında toplanıyoruz,” dedi.

Kemal birkaç dar koridordan süzülerek geçtikten sonra kumanda odasına vardığında kaptanı önündeki ufak camdan dışarıyı izlerken buldu.

“Kaptan Armstrong?” dedi Kemal kontrol odasına girerken. Camın yanında duvara tutunmuş olarak duran kaptan ona doğru dönerek, “Dr. Türk, uyanmışsınız,” dedi.

Kemal daha aklındaki soruyu, gezegene varıp varmadıklarını soramadan Kaptan camın önünden kayarak çekildi. “Bir bakın bakalım.”

Cama doğru yaklaştı ve karanlığın ortasında parıldayan devasa gezegene baktı. Hedeflerine varmışlardı demek.

“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu kaptan. Kemal bir süre konuşmadan gezegeni inceledi. Dünyadakilere benzer bulut kümelerini görmek mümkündü. Ayrıca maviliklerle bölünmüş kara parçaları da seçilebiliyordu. Gezegende su vardı.

“Her şey tahmin ettiğimiz gibi görünüyor,” dedi Kemal, kaptana bakarak. “Buradan görebildiğim kadarıyla gezegende su mevcut ve atmosfer dengeli gibi.” Tekrar cama doğru döndü, “Ama kesin bir kanıya varabilmek için gezegene inmemiz şart tabii.” Kaptan başını anlayışla sallayarak memnun bir halde Kemal’in omzuna dokundu.

Birkaç dakika sonra tüm ekip, kontrol odasında toplanmıştı. Herkes yeni uyandığı için hala biraz uyuşuk görünüyordu ama kaptan havada dengesiz hallerde süzülen ya da bir kenara tutunmuş şekilde duran rahatsız kalabalığa aldırmayarak boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Evet arkadaşlar, gezegene yaklaşık yarım saat önce ulaştık, fakat bir sorunumuz var.” Kaptan susup söylediklerinin etkisini görebilmek için ekibi süzdü. “Gezegenden gelen sinyaller kesilmiş durumda. Uyanır uyanmaz sinyali kontrol ettim ama gezegenden hiçbir şey gelmiyordu.” Herkes heyecanla birbirine baktı.

“Yani burada olduğumuzu biliyorlar mı?” diye sordu Kemal.

Kaptan cevap vermeden önce biraz tereddüt etti. “Bence burada olduğumuzu biliyorlarsa sinyali kesmeleri değil, direk bizimle iletişim kurmaları gerekirdi.”

Herkes huzursuzca birbirine bakarken kaptan devam etti. “Ama her halükarda gezegene inmeliyiz diye düşünüyorum.” Kimse karşı çıkmadı, birkaç kişi de kaptana katıldığını belirtir gibi başıyla onayladı. “Öyleyse, iniş ekibi yarım saat içinde mekikte hazır olsun.”

Dr. Kemal atmosferden, hem de bu sefer dinamik yapısı bilinmeyen bir atmosferden geçeceklerini hatırlayınca iniş ekibine seçilmemiş olmayı diledi. Önceden belirlendiği gibi gezegene inecek ekipte sekiz kişi olacaktı. Geride kalacak sekiz kişi ise gemiyi yörüngede tutacak ve gezegene inen ekiple iletişimin kesilmemesini sağlayacaktı. Ayrıca operasyonun gidişatı hakkında dünyadaki üssü bilgilendirmekle görevliydi.

Yarım saat sonra iniş ekibi, elbiselerini giymiş halde mekiğin önünde hazır durumdaydı. Gezegenin yapısıyla ilgili hemen her türlü testi yapabilecek teçhizat ve mürettebat için gerekli yaşam destek birimleri mekikte mevcut olduğu için sadece içeri girip yerlerini aldılar. Kaptan da gemide kalacak ekibe son hatırlatmaları da yaptıktan sonra yerini aldı ve mekik Elçi’den ayrıldı.

Kemal, mekiğin küçük yuvarlak camından gittikçe uzaklaşan gemiyi görüş açısından çıkana kadar izledi. Sonrasında da gözünü gezegene dikti. Şu anda görebildikleri yarı kürenin büyük bir bölümü karayla kaplıydı. Belki de bu gezegende su miktarı dünyaya kıyasla daha azdı ama dev kürenin diğer yüzünü de görmeden bir şey söylemek zordu.

Mekikle gezegenin şu anda aydınlık olan tarafına iniyorlardı. Yıldızın ışıklarının dış atmosferin bittiği çizgide yarattığı parlamalar büyüleyiciydi. Cama yakın olan diğerleri gibi Kemal de gözünü uzun süre dışarıdaki muhteşem görüntüden alamadı. Derken kaptanın sesi duyuldu, “Kemerlerini bağlamayan kalmasın. Atmosfere girmek üzereyiz.” Kemal zaten bağlı olan kemerini kontrol etti ve bir yıllık eğitimden kalan bir refleks olarak derin bir nefes aldı.

Düşüncelerini aşağıda karşılaşabileceği şeylere odaklayarak inişe katlanabileceğini umuyordu ama yolculuğun pek yumuşak olmayacağını anlaması fazla uzun sürmedi. İlk sarsıntı mekiği öyle salladı ki, gövdede bir çatlak oluşup oluşmadığını kontrol etmek için korkuyla tavana baktı ister istemez. Her şey içerden sağlam görünüyordu fakat Kemal, mekiğin gittikçe şiddetlenen sarsıntılara dayanamayacağından korkuyordu. İçerde çepeçevre daire şeklinde oturmuş olan ekip arkadaşlarına sıkıntıyla baktı ve tek endişelenenin kendisi olmadığını fark etti.

Dünya’ya yaptıkları inişlerde hava koşulları ne kadar kötü olursa olsun, daha önce hiç bu kadar sert bir iniş tecrübesi yaşamamıştı. Gezegenin atmosferi belki de göründüğü kadar dengeli değildi. Mekiğin gövdesi hiç de güven verici olmayan sesler çıkarırken camdan dışarı baktı ama tek görebildiği şey mekiğin etrafında akarmış gibi görünen alev huzmesi oldu. Bir meteor gibi düşüyorlardı.

Sarsıntının geçmesi için dua ederken gözlerini yumdu ve koltuğunun kollarını sıktı. Gezegende belki ilk kez dünya dışı bir yaşam formuyla karşılaşacaklardı ama bunlar Kemal’in aklından ilk sarsıntıyla çıkmıştı bile. Artık tek düşünebildiği şey sadece yüzeye sağ salim inebilmekti.

Geçmek bilmeyen dakikalardan sonra sarsıntılar kesildi. Gözlerini açıp tehlikeyi atlatmanın rahatlığıyla gevşeyen yüzlere baktı. Kaptanın endişeli sesini duyduğunda kulakları hala uğulduyordu. “İniş bölgemizi kıyıda bir yer olarak belirlemiştik ama rotamızdan sapmışız. Anlaşılan inip çıkarken biraz daha dikkatli olmamız gerekecek.” Bir an susup önündeki kontrol monitörüne baktı kaptan. “Bir dakikaya inmiş olacağız.”

Ekipten sevinç ve rahatlama nidaları yükselirken Kemal camdan dışarı baktı. Dışarıda garip bir karanlık vardı ve gittikçe yakınlaşıyor olması gereken karayı görmek mümkün değildi. Anlaşılan güneş batmıştı. Aydınlık tarafa yaptıkları bu inişte havanın bu kadar çabuk kararmış olması garip bir durumdu.

Biraz sonra mekik sorunsuz bir şekilde inişi gerçekleştirince kemerler çözüldü. Kemal zaten yeterince ağır olan uzay elbisesiyle yerinden kalkarken baya zorlandığını fark etti. Yerçekimi işlerini düşündüklerinden de fazla zorlaştıracaktı belli ki. Ayda yapılan eğitimlerde olduğu gibi etrafta zıplayarak dolaşmak mümkün olmayacaktı burada.

Herkes karaya iniş için mekiğin içinde hantal hareketlerle hazırlanırken kaptan, gemiyle irtibat kurulması ve inişin gerçekleştirildiğinin haber verilmesini istedi. Hedeften sapıp yeni inilen yerin konumu da bildirilecekti.

Kasklar takıldıktan sonra mekiğin iniş kapısı açılırken Kemal dışarıda onları neyin beklediğini düşündü. Canlılara, mümkünse de zekilerine rastlayacaklar mıydı? Ya burası ölü bir gezegense? O zaman sinyali gönderen neydi? Ve sinyal neden onlar gezegene vardığında kesilmişti?

Sorular kafasında uçuşurken kaptanın son basamağı da inip birkaç metre aşağıdaki toprağa ayak bastığını gördü. Mekiğin içinden fışkıran ışığa rağmen dışarıda yoğun, sanki aydınlığı emen bir karanlık vardı. Kaptanın yere indiği ancak elbisesinin ve kaskının üzerinde oynayan soluk ışıklardan anlaşılabiliyordu. Ekip bir süre Kaptan Armstrong’un üzerindeki ışıkların hareketini izledikten sonra Kaptan’ın sesi kulaklıklarda duyuldu, “Herkes aşağı gelsin.”

Kemal önündeki iki arkadaşının inişini izledikten sonra merdivenlerden dikkatle inmeye başladı. Kulaklılarında inenlerden gelen şaşkınlık dolu sesleri işitebiliyordu. Kalbi, meraktan ve heyecandan yerinden çıkacak gibi atıyordu. Normalde serin olan elbisesinin içinde akan terler sırtını kaşındırıyordu. Mekikten aşağı uzatılan merdivenden karanlığa doğru inmeye odaklanmaya çalıştı.

Sonunda karaya ayak bastığında kulaklarındaki sesler kesilmişti. Etrafına bakındı ama neredeyse elle tutulabilecek kadar yoğun karanlık yüzünden birkaç metre ötesini bile görmek mümkün değildi. Yanında duran arkadaşlarından birine baktı. Elbisenin içindekinin kim olduğunu anlayamadı ama kaskı yukarı dönüktü ve gökyüzünde bir şeye bakıyordu. Kemal de yüzünü göğe kaldırdı ve o zaman onu gördü. Yıldızların olması gereken karanlık gökyüzünde, baktıkça insanı uyuşturan, dünyada gördüğü en karanlık şeyden daha karanlık bir delik vardı. Sonu görünmeyen, derin bir çukura çekiliyormuş gibi hissetti kendini. Delikten gözlerini kaçırmak istedi ama kıpırdayamadı. Gökyüzündeki karanlık deliğe düşüyordu.

Ne kadar süre öyle kaldığını, deliğe baktığını bilmiyordu. Zaman durmuş, karanlık tamamen etrafını sarmış gibiydi. Kaptanın mikrofondan gelen cızırtılı sesini duyunca kendine gelir gibi oldu.

“Kemal! Kendine gel!” Uykudan yeni uyanmış gibi sersem bir halde gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Kaptanın kendisini sarstığını hissetti. Yüzünü indirip kaskının içindeki ışıklara rağmen yüzü zar zor seçilebilen kaptana baktı. Buz tutmuş beyni yavaş yavaş eriyip kendine gelir gibi oldu. Kaptan birkaç adım atıp karanlığa karışırken yine kaskının içinde sesini duydu, “Sakın yukarı bakma ve şunları uyandırmama yardım et.”

Beyni uyuşmuş gibiydi, tekrar o anlaşılmaz deliğe bakmak için içinde inanılmaz bir istek duyuyordu ama kendine hâkim olmaya çalıştı. Yanında, uzay elbisesinin içinde hareketsiz duran arkadaşına baktı. Hala aynı yerinde, aynı şekilde kaskı yukarı dönük bir halde duruyordu. Kim olduğunu anlayabilmek için ona doğru hantalca bir adım attı. Burada yürümek sırtında bir ton yükle her an kırılıp çökebilecek bir buz pistinde hareket etmeye çalışmak gibiydi. Üzerindeki ağırlık yüzünden bacakları kırılıp yere serilmesine neden olacaktı sanki her an. Bitkin haline aldırmadan elbisenin içindekinin kim olduğunu anlayabilmek için yüzünü görmeye çalıştı.

Kaskın içindeki yüz, gemide onu uyandıran Doktor Chen’e aitti. Devasa kaskın içindeki minik gözlerin büyülenmiş gibi gökyüzüne çevrilmiş olduğunu gördü. Kemal, kask mikrofonuna seslendi. “Doktor? Doktor Chen, kendinize gelin. Yukarı bakmayın.”

Chen’in yüzündeki değişen ifadeden dediklerini duyduğu anlaşılıyordu ama o, yukarı bakmaya devam etti. Kemal havada ilerlemekte zorlanan elleriyle yavaş çekimdeymiş gibi kadını omuzlarından tutup sarstı, “Doktor?”

Doktor gözlerini aşağı indirdi ve sanki ilk kez karşılaşıyorlarmış gibi Kemal’in yüzüne baktı. Karşısındakinin kim olduğunu anlayıp cevap verene kadar birkaç saniye geçti. “Ne oluyor?”

“Yukarı bakmayın,” dedi Kemal. “Karanlıkta… garip bir şeyler var.” Kadını süzüp kendine geldiğinden emin olduktan sonra, “Gelin, diğerlerini uyandırmaya çalışalım,” dedi.

Birkaç dakika sonra aşağı inen herkes kendine gelmişti. Kısa süreli de olsa yaşadığı hareketlilik, Kemal’i fazlasıyla bitkin düşürmüştü ve içinde kabaran tekrar yukarı bakma isteği dayanılmaz bir hal alıyordu. Derken herkesin uyanık olduğu anlaşıldıktan sonra kaptan tekrar mekiğe dönülmesini emretti.

Merdivenden tırmanırken karanlık sanki düşüncelerini de karartıyor gibiydi. Dört bir yandan ona saldırıyor, zaten rahatsız olan elbisesinde onu boğmaya çalışıyordu. Az önce neler olup bittiğini anlayabilmek için düşüncelerini odaklayamıyordu. Kendini tekrar karanlığa teslim etmemeye çalışarak mekiğe çıktı. İçerinin aydınlığına adım atınca, uzun süre su altında havasız kaldıktan sonra yüzeye çıkmış gibi hissetti kendini. Nefesini düzene sokmaya çalışırken son olarak kaptan da mekiğe çıktı ve merdiven çekilerek kapı kapatıldı.

Elçi’yle iletişim kurması için mekikte kalan mühendis Jean LeBeuf kasklarını çıkarmakta olan ekibi endişeyle süzüyordu. Mühendis, kaptanla göz göze gelince mekikte rahatsız edici bir sessizlik oldu. Bir süre Kemal’in tek duyabildiği şey ekip arkadaşlarının düzensiz nefes alış verişleri oldu. Sonrasında kimsenin aşağıda olanlar hakkında konuşmasına fırsat vermeden “Sözünü ettiğin sorun nedir?” diye sordu kaptan mühendise.

LeBeuf’ün endişeli yüz hatları, mekiğin içindeki ışıklı ortamda bile ürkütücü görünüyordu. “Gemiyle iletişime geçemiyorum.”

Bir süre denileni anlayamamış gibi baktı kaptan. “Ne demek geçemiyorsun?”

“Gönderdiğim sinyallere cevap vermiyorlar.”

Mekikte bu sefer herkesin endişeyle birbirine bakındığı bir sessizlik oldu. Kaptan yine sessizliği böldü. “İnerken sistemlerimiz zarar görmüş olmalı,” dedi ama kendi bile buna inanmıyor gibiydi. “Sert bir inişti.”

“Hayır,” dedi LeBeuf. “Sistemlerde bir sorun yok. Sinyal gönderebiliyorum.”

Kaptanın kafası karışmış gibiydi. İnişte yanlış koordinatlara inmeleri, dışarıda olanlar, şimdi de iletişimin kesilmesi… Her şey ters gidiyordu.

“Belki de yukarıdakilerin sistemlerinde bir bozulma olmuştur,” dedi ekipten biri. Bir süre herkes kendi düşüncelerine daldı. Sonra dilbilimci Isaak sordu, “Şimdi ne yapacağız Kaptan?”

Bakışlarını mekiğin duvarındaki ekipmanlara dikip, boş gözlerle bir süre baktı kaptan, “Gezegende yapmamız gereken görevlerimiz var, ama bu karanlıkta birbirimizi kaybetmeden, ya da kendimizi kaybetmeden bir şey yapabilmemiz pek mümkün değil gibi.”

“Dışarıdaki karanlığın sebebi neydi sizce?” Konuşan Dr. Chen’di. “Ya o kara…” bir an doğru sözcüğü bulmaya çalıştı, “…o kara delik? Kendimi ona bakmaktan alıkoyamadım.”

Kemal şimdi bile az önce olanları düşündüğünde hayal görüp görmediğinden emin olamıyordu. Dışarıda hissedilen yoğun karanlık ve gökyüzündeki insanı allak bullak eden delik o kadar sıra dışı şeylerdi ki… Fakat mekiğin ufak camından içeri dolmaya çalışan karanlık gördüklerinin gerçek olduğunu söylüyordu. Kelimeler istemsizce ağzından döküldü. “O şey gezegenin güneşiydi sanırım.”

“Güneşi mi?” dedi aşağı inmemiş olan LeBeuf inanamaz bir sesle. “Dışarıda gece olduğunu fark etmediniz herhalde?” Elbisesinin kalın parmaklarıyla küçük pencereyi işaret ediyordu. Birkaç surat cama doğru döndü ve gördüklerinin bir hayal olmadığını kabullenerek onaylar şekilde kafa salladı.

“Ne oluyor?” diye ortaya sordu LeBeuf olan bitenden habersiz bir halde.

LeBeuf’ün sorusuna aldırmadan devam etti Kemal. “Gökyüzünde yıldızları gören oldu mu peki?” dedi sesini yükselterek. Herkes bu gerçeğin farkına varırken sessiz kaldı.

“Onun güneş olduğundan nasıl bu kadar eminsin?” diye sordu kaptan. Kemal kalabalığın içinde kaptanla göz göze gelmeye çalıştı.

“Eminim,” dedi. “Gezegene indiğimiz bölgede güneş tam tepede olmalıydı ve burada tam da tepedeydi.” İtiraz sesleri yükselirken sessiz kaldı.

“Tam olarak nereye indiğimizi bilmiyoruz bile.”

“Gezegen düşündüğümüzden hızlı dönüyor olabilir.”

Bunların hepsi mümkündü ve görünüşte saçma olan fikrini çürütebilirdi ama o bir şekilde haklı olduğunu biliyordu.

“İyi ama nasıl böyle bir şey…” kaptan sorusunu bitirmedi ama Kemal ne demek istediğini anlamıştı. İtirazlar sönerken aklına ilk gelen şeyi söyledi. “Atmosferdeki bir şey güneşin ışığını etkiliyor olabilir…”

Bir sürü itiraz duyacağını, herkesin bunun aptalca bir şey olduğunu söyleyeceğini sanıyordu ama kimse bir şey diyemeden önce konuşan yine kaptan oldu. “Pekâlâ, burada garip bir şeyler olduğu kesin ama yörüngede de ters giden bir şeyler var.” Parmağıyla yukarıyı işaret ediyordu. “Üstelik gezegende canlı bir şeyler varsa da bu karanlıkta ne biz onları bulabiliriz ne de onlar bizi, o yüzden tekrar yörüngeye çıkıyoruz. Yukarıda neler olduğunu anladıktan sonra duruma göre tekrar dönebiliriz.”

Kaptan tam uçuş kontrol konsoluna doğru ilerleyecekken Kemal yine araya girdi. “Bence en azından birkaç temel araştırma yapmadan yukarı çıkmanın bir anlamı yok.”

Fikrine karşı çıkıldığını gören Kaptan Armstrong delici bakışlarla Dr. Kemal’e baktı. “Hayır,” dedi. “Buradan gidiyoruz.”

Kemal bunu kabul edemezdi işte. O kadar yolu gezegene inip de hiçbir şey yapmadan geri dönmek için tepmemişlerdi. İçinde kaptana karşı karanlık bir öfkenin kabardığını hissetti. Kaptan kontrol konsoluna doğru gitmek için yanında geçerken sıkıca kolundan yakaladı. Kaptanın şaşkın yüzünü görüp ne yaptığını anlayınca elini gevşetti, söyleyeceklerini unutuverdi. Dışarıda neler olduğunu merak ediyordu evet ama kaptana karşı çıkmasına neden olan şey öfkesi olmuştu, kontrolünü kaybetmişti.

Bir an öylece durdular ama ortamın daha fazla gerilmesine izin vermeden LeBeuf araya girdi. “Bence de hemen yörüngeye çıkmanın anlamı yok. Yukarıdaki sorun her neyse gemideki ekip bunun üstesinden gelebilir. Bizim görevimiz gezegende.” Bir anlığına küçük pencereye baktı. “Bence dışarı çıkıp, orada kim ya da neler varmış görelim.”

Ekipten birkaç kişi de sessizce söylenenlere katıldıklarını belirtince kaptan huzursuz bir şekilde içini çekti. “Pekâlâ,” dedi Kemal’le göz göze gelmemeye çalışarak, “Öyleyse bir saatimiz var. Mekikten güvenli bir mesafede etrafı kolaçan edebilir ya da ne tür testler yapılacaksa onları yapabilirsiniz. Sonra yörüngeye çıkacağız.” İstediği şey olmuştu ama nedense kendini huzursuz hissediyordu Kemal. Dışarıdaki o karanlık yüzünden olmalıydı. Mantıklı düşünmesine engel oluyordu sanki.

Kısa bir konuşmadan sonra ekipler belirlendi. Çevreyi araştıracak olan üç kişilik gezi ekibine kaptan liderlik edecekti. Kemal’in liderliğindeki bilim ekibi de mekiğin yakınlarında gezegenin yapısıyla ilgili gerekli incelemelerle meşgul olacaktı. Karanlıkta kaybolmamak için aşağıya inen herkes kordonlarla mekiğe bağlanacaktı. Teknisyenlerden Kyle Wood ise dışarı çıkamayacağı için pek memnun olmasa da mekikte kalıp gemiyle iletişim kurmaya çalışmaya devam edecekti.

Her şey hazırlandıktan sonra ekipler mekikten indi. Kordonların sağlam olup olmadığı kontrol edildikten sonra Kaptan Armstrong, Kemal’e bakarak ama tüm ekibe hitap ederek konuştu. “Bir aksilik olmazsa 45 dakika içinde dönmüş olacağız. Siz de işlerinizi o zamana kadar bitirmeye bakın. İletişim kanallarımız açık olacak. Bir sorun çıkarsa ya da yeni bir haber gelirse anında bilgilendirilmek istiyorum.” Hantal hareketlerle arkasına döndü.

“Dikkatli olun,” dedi Kemal.

Kaptan durdu, arkasına dönmeden cevap verdi, “Oluruz,” ve gezi ekibiyle birlikte karanlığın içinde kayboldu.

Kemal bir süre gezi ekibinin kaybolduğu noktaya bakmaya devam etti ama kask fenerinin ışığında bile birkaç adım ötesini görmek mümkün değildi. Karanlık onları yutmuş gibiydi. Sadece kordonlarının hareketinden orada bir yerlerde oldukları anlaşılabiliyordu. Ama endişelenmesine gerek yoktu. Kaptan, mekikteki Wood ile sürekli iletişim halinde olacaktı, bir sorun ortaya çıkarsa haberleri olurdu.

Kendi ekibi işe koyulmadan önce Kemal son bir uyarıda bulundu. “Yukarıya, deliğe bakmamaya çalışın.” Dışarıdaki sıradışı karanlık yüzünden şaşkına dönmüş gibi görünen LeBeuf ile göz göze gelmeye çalıştı. “Vaktimiz kısıtlı. Bir de kendinden geçenlerle uğraşmayalım.”

Ekibin bir kısmı topraktan örnekler almaya çalışırken Kemal, mekikten indirilen aygıta doğru gitti. İlk öğrenmek istediği şeyler, atmosferdeki gaz oranları, gezegenin yüzey sıcaklığı, radyasyon düzeyleri gibi temel bilgilerdi. Alette gerekli ayarlamaları yapıp çalıştırdı ve sonuçlar için beklemeye koyuldu.

Birazdan toprak örnekleriyle diğerleri de alete geldi. Ekip yavaş hareketlerle örnekleri alete yerleştirirken Kemal’in beklediği sonuçlar ekranda belirdi.

Atmosferik Gaz Oranları; %84 Azot, %10 Oksijen, %5 Karbondioksit, %1 Diğer gazlar

Sıcaklık: 50 C

Radyasyon düzeyi: Normal düzeyde

Sonuçlar hiç de fena değildi. Evet, uzay elbiseleri olmadan bu atmosferde nefes almaları mümkün değildi belki ama oksijenin varlığı en azından gezegende bir biyolojik döngünün olduğunu gösteriyordu. Sıcaklık ve radyasyonda yaşama olanak sağlayacak ölçülerdeydi.

Temel inceleme sonuçlarından memnun olduktan sonra toprak incelemesinin sonucunu beklemeye başladı. Atmosferik oksijen oranlarına bakılırsa bir şeylerin oksijen üretiminden sorumlu olması gerekiyordu ama karanlıkta görebildikleri kadarıyla gezegen bitki örtüsünden tamamen yoksun gibiydi. Toprak çıplaktı ve ona şekil veren tek şey soğuk rüzgârlarmış gibi görünüyordu. Yani atmosferdeki oksijen seviyesinden canlı organizmalar sorumluysa, bunlar muhtemelen toprakta bulunuyor olmalıydı.

Kemal ekiple birlikte sabırsız bir halde beklerken bir kişinin eksik olduğunu fark etti. “LeBeuf nerede?”

“Bir şeye bakacağını söyleyip arkada kalmıştı,” dedi biri.

Kemal, gezi ekibi ayrılmadan önce son konuştukları yere, karanlığa doğru baktı ama bir şey göremedi. O yöne doğru birkaç adım atınca LeBeuf’ün uzay elbisesinin fener ışığını fark etti. Işığın birkaç adımda bile görünürden kayboluyor olması inanılmaz bir şeydi. Yerçekiminin elverdiği ölçüde hızla yürüyerek LeBeuf’a yaklaştı. “LeBeuf?”

Mühendis cevap vermedi, kaskı yukarıya dönüktü. Kemal önüne geçip adamı sarstı. “LeBeuf kendine gel.”

Yüzünü aşağı indirip karşısındakinin kim olduğunu anlayınca LeBeuf’ün yüzündeki şaşkın ifade kayboldu. “Vay canına,” dedi yutkunarak.

Kemal sorumsuzluğu yüzünden adama tam çıkışmak üzereydi ki, kaskının içinde bir ses duydu. “Dr. Kemal, toprak sonuçları belli oldu.”

LeBeuf’ü olduğu yerde bırakarak tekrar cihazın başına döndü. Sonuçları okuyunca tahminlerinde yanılmadığını anladı. Toprakta metabolik olarak aktif organizmalara rastlanmıştı. Atmosferdeki oksijen varlığından da muhtemelen bunlar sorumluydu. Bir an durup cihazın ekranındaki yazılara düşünceyle baktı. Dünya dışında başka bir gezegende ilk kez canlı yaşama rastlamışlardı. Bu büyük bir keşifti ama o radyo sinyalini bu mikroskobik canlıların göndermediği kesindi. Gezegende daha gelişmiş canlılar da olmalıydı.

“Farklı derinliklerden toprak örnekleri alıp mekiğe yollayın. Daha ayrıntılı araştırmaları gemide yaparız,” dedi Kemal ve içini çekerek devam etti. “Keşke ilk koordinatlarımıza inebilseydik. Su örnekleri alabilmek çok iyi olurdu.”

Ekibin sondalarla toprak örnekleri almasını izledi. İşleri bitmek üzereyken kulaklıklarında kaptanın sesini duydu. “Mekiğe varmak üzereyiz. Herkes kalkış için mekiğe geri dönsün.”

Kemal, gezi ekibini görebilme umuduyla karanlığı taradı, bir şey göremeyince ekibine örnekleri alıp mekiğe dönmesini emretti. Mekikteki Kyle’a da inceleme aygıtını mekiğe çekmesini söyledi. Kendi ekibi mekiğe çıktıktan sonra gezi ekibi gelene kadar aşağıda bekledi. Birdenbire birkaç adım ötesinde ekibin ışıklarını görünce irkildi. Kaptan’ın yorgun yüzüne bakarak heyecanla sordu. “Bir şey buldunuz mu?”

Kaptan boş gözlerle bakarak cevap verdi. “Hayır. Hiçbir canlı izine rastlamadık.”

Kemal de kendi bulgularını paylaşacaktı ama bunu mekiğe çıktıktan sonra anlatmanın daha iyi bir fikir olacağını düşündü. Herkes mekiğe çıkıp kasklar çıkarılınca kaptan umutla sordu. “Gemiden haber var mı?”

Kyle olumsuz manada başını sallayınca herkes yorgunluk ve hayal kırıklığıyla yerine çöktü. Kaptan araştırma ekibinin neler bulduğunu sorma zahmetine girmeden sadece “Kalkışa hazırlanalım,” dedi, Kemal de ağzını açmadan kemerlerini bağladı.

Mekik havalanırken çıkış yolculuğunun inişteki kadar sarsıntılı olmamasını umarak gözlerini yumdu ve kendi karanlığına gömüldü.

Çıkış da en az iniş kadar kötüydü ama sarsıntı bitip de gözlerini açtığında kendini karanlık bir tünelden çıkmış gibi hissetti. Aşağıda insanı yutan karanlığa kıyasla uzayın karanlığı tanıdık bir şeydi en azından. İçinin huzurla dolduğunu ve düşüncelerinin berraklaştığını hissetti. Sanki beyninin üzerinden bir gölge kalkmış gibiydi. Yanındaki ufak pencereden görünen gezegene baktı. Güneşin atmosferde oluşturduğu parlamaların güzelliğine dalınca hala haber alamadıkları gemidekiler için pek de endişelenmediğini fark etti. En kötü ihtimalle haberleşme sistemlerinde bir sorun çıkmış olabilirdi.

“Hala cevap yok,” dedi LeBeuf fazlasıyla endişeli bir sesle. Mühendis tekrar iletişime geçmeyi denerken Kemal de düşüncelerini bölüp herkes gibi beklentiyle ona doğru baktı. “Elçi, Elçi lütfen cevap verin.”

Sessizlik.

“Elçi, Elçi bizi duyuyor musunuz?” Daha da uzun bir sessizlik. LeBeuf hayal kırıklığıyla kaptana baktı. Kaptan Armstrong da herkesin duyabileceği bir sesle derin bir iç çekti. “Peki, öyleyse mekiği yörüngeye oturtalım ve gemiyle görsel temas kurmaya çalışalım.”

Mekik ivme kaybedip yörüngeye oturunca kemerler çözüldü. Gezegendeki hantalca hareketlerden sonra boşlukta olmak, rahatça hareket edebilmek harika bir şeydi. Fakat hemen herkes kemerlerini çözmüş olmasına rağmen kimse yerinden kalkmadı çünkü herkes oturuyorken bile mekiğin içinde hareket alanı zaten yeterince azdı. Bu mekik, içinde rahatça süzülmek için değil, gezegen iniş çıkışlarda mürettebat ve gerekli ekipmanları taşımak için tasarlanmıştı.

Kemal gibi mekiğin diğer iki camına yakın olanlar da yüzlerini cama doğru yaklaştırdı ve gemiyi görebilmek için gezegenin etrafını taramaya başladı. LeBeuf ise hala gemiyle iletişim kurmaya çalışıyordu.

Aradan yarım saat geçip, mekik gezegen etrafında tam bir tur attıktan sonra artık Kemal de endişelenmeye başlamıştı. Kaptan telâşla ve arada bir söylenerek camlar arasında süzülerek dolaşıyor, beklentiyle LeBeuf’ün iletişim kurma çabalarını dinliyordu. Ama en sonunda herkesin kafasında dönüp duran şeyi öfkeyle bağırdı. “Kahretsin, nerede bunlar?”

Bir süre daha pencereden dışarısı gözetlendikten sonra Dr. Chen konuştu, “Yörüngede olmalarına rağmen gözden kaçırmış olabilir miyiz?” Kaptanın cevap vermek, böylece de gerçeği kabullenmek gibi bir niyeti yoktu, o yüzden sorusunu cevaplayan astrofizikçi Dr. Aldo oldu.

“Sanmıyorum. Tamam, küçük olduğumuzdan onlar bizi göremeyebilir ama burada olsalardı şimdiye kadar onları görebilmiş olmamız gerekirdi.”

Aldo’nun profesyonel fikrini duyduktan sonra herkes daha da endişeli bir hale büründü. Kimse göz göze gelmemeye çalışıyordu.

“Nereye gitmiş olabilirler?” diye sordu Kemal. Herkesin yine göz göze gelmemeye çalıştığı, soruyu duymamış gibi yaptığı rahatsız edici bir sessizlik daha oldu. Sonra şimdiye dek neredeyse hep suskun kalmış olan dilbilimci Isaak konuştu.

“Bence iki ihtimal var,” dedi grubu süzerek. “Bilemediğimiz bir neden yüzünden yörüngeden ayrılıp görüş alanımızdan uzak bir noktaya gitmiş olabilirler. Ama bu, çağrılarımıza neden cevap vermediklerini açıklamaz. Ya da gezegende birileri var ama yörüngesinde birilerinin dolanmasında pek hoşlanmıyor ve bu konuda bir şey yaptı.”

“Ne yani,” dedi Dr. Chen sinirli bir şekilde gülerek. “Barışçıl bir şekilde ziyarete gelen gemileri kaçıran birileri mi var buralarda?”

Isaak, Dr. Chen’i duymazlıktan geldi ve konuşmaya devam etti. “Her halükarda yörüngede uzun süre kalamayız. Elbiselerimiz ve mekikteki hava bizi ancak bir gün idare eder.”

Kaptan, Kemal’e dönerek konuşmayı böldü. “Gezegendeki havayı da soluyamıyoruz sanırım?”

Kemal olumsuz anlamda başını salladı ama birden aklına bir şey geldi. “Aslında…” dedi kararsız bir şekilde, “mekikteki bazı cihazları kullanarak mekiğin havalandırma sistemini geliştirebilme imkânımız var. Böylece gezegendeki havayı filtreleyerek mekiğin içinde yeterli miktarda oksijen alabilmemizi sağlayacak bir sistem kurabiliriz.”

“İnmeyi düşünmüyoruz herhalde, değil mi kaptan?” Konuşan Kyle’dı. “İnersek bir daha yörüngeye geri çıkamayız. Yakıtımız yok.”

Kaptan ikilemde kalmış gibiydi. Kemal’se gemileri kayıplara karıştığı için umutsuz olmalıydı ama garip bir şekilde bir yanı tekrar gezegene inebilmek için can atıyordu. O yoğun karanlığın, uyuşturucu ama karşı konulmaz bir çekiciliği vardı.

Mühendislerden Brunel, sistemin temel fikrini anlamış olacak ki, kaptanı daha fazla bekletmeden araya girdi. “Eğer gezegene ineceksek bunu olabildiğince çabuk yapmalıyız. Çünkü sistemi kurabilmek için aşağıda olmamız lazım. Ve iş ne kadar uzun sürer bilemiyorum.”

Aşağı inerlerse, tekrar yörüngeye çıkabilecek kadar yakıtları kalmayacağı için Elçi’yle tekrar iletişim kurana kadar gezegende mahsur kalacaklardı. Üstelik hava filtresi sistemini kurabilecekleri de kesin değildi ve gezegende uzun süre kalacak olurlarsa mekikteki erzakın yeterli olmayacağı kesin gibi bir şeydi. Gezegende yiyecek bir şeyler ya da bir tatlı su kaynağı bulabilirlerdi belki ama işin ucunda fazlasıyla belki vardı. Gerçeği kavrayan ekip arkadaşlarının yüzüne yayılan kokuyu görmekte gecikmedi Kemal.

“Kaptan, gezegene inme riskini göze alamayız. Ya gemiyi gözden kaçırdıysak, ya da ne bileyim sadece biraz uzaklaştılarsa? Yüzeye inersek sonra nasıl geri çıkacağız?” diye sordu Dr. Chen.

Kaptan bir süre başı önüne eğik bir hale durduktan sonra mürettebata baktı. Kemal, Kaptan’ın istemeyerek de olsa artık kararını verdiğini anlamıştı. “Yüzeye inersek gemiyle iletişime geçmek için uğraşmaya devam edebiliriz. Eğer başarılı olursak da, gemidekiler bizi almanın bir yolunu bulur. Ama yörüngede kalırsak ve gemiyi bulamazsak en fazla 24 saatimiz kalmış demektir.” Kaptan süzülerek yakınındaki pencereye doğru gitti. “Beş dakika daha bakınalım. Gemiyi göremezsek…” Cümlesini bitirmedi. Herkes ne olacağını biliyordu.

Beş dakika boyunca gezegenin çevresini küçük pencerelerden görebildikleri kadarıyla taradılar ama gemi hala görünürlerde yoktu. LeBeuf de artık yenilmiş bir haldeydi ama son bir umutla iletişim kurmaya çalışıyordu.

Süre dolunca herkes konuşmadan yerlerine oturup istemeyerek de olsa kemerlerini bağladı ve kaptanın emriyle mekik, gezegene doğru inmeye başladı. Mekik atmosfere girene dek herkes pencerelerden dışarıyı gözlemeye devam etti ama sarsıntılar başlayınca dışarıda hiçbir şey seçilemez oldu ve herkes gibi Kemal de kendi iç dünyasına çekildi.

Kemal için atmosfer yolculuklarında, mekik rahat bir nefes almadan önceki sarsıntılar genelde hep en kötüleri olurdu. Şimdiki inişte de en kötü sarsıntıyı beklerken nefesini tuttu. Mekiğin gövdesinden gelen tekin olmayan sesler giderek artarken sarsıntılar da giderek şiddetlendi. Belki de az önce verdikleri zor karar yüzündendi ama sanki sarsıntılar önceki iniş çıkışa göre daha güçlü ve hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Kafasında uğuldayan gürültüye aldırmamaya çalışarak, kendine korkacak bir şey olmadığını, birazdan inmiş olacaklarını söyledi.

Ama kaptanın gürültüyü zar zor bastıran sesini duyunca bir şeylerin ters gittiğini anladı. “Kontrolü kaybediyoruz!” Kaptan bir şeyler daha söylemek üzereyken çok şiddetli bir sarsıntı daha oldu. Birkaç kişi can havliyle kasklarını takmaya çalışırken, Kemal de korkuyla düşmek üzere olduklarını fark etti. El yordamıyla koltuğunun altındaki kaskına uzandı ve başına geçirmeden hemen önce son kez kaptanın sesini duydu, “Ters iticiler çalışmıyor! Çakılacağız!”

Tüm kasları gerilirken gözlerini kapadı ve koltuğunun kenarını daha bir sıkı kavradı. Mekik kontrolsüzce sallanırken gözlerini bir anlığına açtı ama tek görebildiği üç pencereden içeri dolan insanı kör edici ışık huzmeleri oldu. Şuurunu kaybetmeden önce son düşündüğü şey, en azından ölümünün çabuk olacağıydı.


Gözlerini açtığında aslında kendine gelip gelmediğinden emin olamadı. Uyku tabutundan yeni uyandırılmış gibi uyuşmuş bir haldeydi. Kolları ve göğsünün üzerindeki bir ağırlık onu yere yapıştırmıştı. Karanlık yüzünden hiçbir şey göremiyordu ve tek duyabildiği şey kaskının içinde zorlukla alabildiği nefesinin sesiydi. Gözleri karanlığa alışır umuduyla etrafına bakınırken kask camındaki örümcek ağı gibi yayılmış olan çatlağı fark etti. Zor da olsa nefes alabildiğine göre kaskında hava kaçağı yoktu muhtemelen, ya da en azından çatlak şu anki dertlerinden biri değildi. Kıpırdanmaya çalışınca sağ bacağında feci bir acı ve dizinin hemen üzerinde ıslak bir şeyler hissetti. Ayak bileğini oynatmaya çalıştı ve acıya rağmen hareket ettirebildiğini fark edince biraz rahatladı.

Kask mikrofonuna bağırmak istedi, “Yardım…” ama zayıf sesi çatlayarak azaldı. Boğazı yutkunmayı bile acı verici bir hale getirecek kadar kuruydu. Kaskından çıkan borudan zorla da olsa biraz su çekti ve tekrar bağırmayı denedi. “Yardım edin.”

Kaskının içinde hala tek duyabildiği şey olan düzensiz nefesini dinledi. Cevap yoktu. Belki de elbisesinin iletişim sistemi zarar görmüştü. Şu üzerindeki ağırlıktan kurtulabilseydi dışarıda neler olup bittiğini görebilirdi.

Tüm gücünü toplayıp ağırlığı ittirmeye çalıştı. Üzerindeki şey büyük metal bir parçaydı ve muhtemelen dünya standartlarında hafif bir şey olmasına rağmen yerçekiminin fazlalığı ya da kaslarının zayıflamış olması nedeniyle zorluk çıkarıyordu. Yine de parçayı yerinden oynatabildiğini görünce ittirmeye devam etti.

Ağırlığı üzerinden atarken dışarıdaki aydınlık yüzünden gözlerini kısmak zorunda kaldı. Yük üzerinden kalkınca, yerinden doğrulmaya çalıştı. Gözleri mekiğin içindeki ışığa alışınca, oturur konumda etrafına bakındı. Aydınlık, doğal olmaktan çok yapay bir ışığa benziyordu ama mekiğin içinden değil, gövdede açılmış olan büyük bir delikten içeri giriyordu. Delik biraz uğraşırsa içinden geçebileceği kadar geniş gibiydi ama önce dostlarının iyi olup olmadığından emin olmalıydı.

Artık tanınamaz halde olan mekiğin içine göz gezdirdi. Her şey o kadar dağılmış, paramparça olmuştu ki, neyin nerde olduğunu ya da ne olduğunu anlamak mümkün değildi. Metal yığınlarının arasında, içeri giren ışığın yansıdığı cam bir yüzey gördü. Birinin kaskı olmalıydı.

Yığınlar arasında kendine bir yol belirlemeye çalıştı. Enkazın içinde ayakta durmak mümkün değildi ama emekleyerek oraya ulaşabilirdi. Emeklemek için elini yere koyduğunda yapışkan bir şeye bastığını fark etti. Kan. Artık pıhtılaşmak üzere olan birikintiye bakınca bacağındaki kesikten akmış olduğunu anladı. Kötü bir görüntüyle karşılaşmaktan korkarak bacağına baktı. Elbisesi bir yırtılmış ve kesik de pıhtılaşmış kanla dolmuştu. Kanama durmuş gibi görünüyordu.

Artık çalışmaz durumda olan elektronik aletleri ve gövde parçalarını temizleyerek enkaz içinde acıya aldırmamaya çalışarak ilerledi. Üzerinden ışık yansıyan şey gerçekten de bir kasktı ama uzaktan fark edilemeyen şey, camın bir yarısının kırık olduğuydu. Kaskın içinde sağ tarafı kanla kaplı yüze baktı. Artık tanınamaz hale gelmiş olsa da, çekik gözlerinden bunun Dr. Chen olduğunu anlayabilmişti. Hayatta olup olmadığını anlamak için sanki onu duyabilecekmiş gibi kaskının içinde bağırdı. “Chen!”

Ama doktor onu duymadı. Gövdesi yüzlerce kilo ağırlığında enkazın altındaydı ve hava geçirmez kask camı kırılmıştı. Hayatta kalabilmesi mümkün değildi. Birden içini müthiş bir yalnızlık hissi kapladı. Ya dostlarının hepsi öldüyse? Ya bu yabancı ve hiç de misafirperver olmayan garip gezegende bir tek o kaldıysa.

Mümkün olduğu kadarıyla enkazın içinde etrafına bakındı ama dikkatini çeken başka bir şey göremedi. Belki yığının altında ekip arkadaşlarından birileri vardı ama tam olarak nerede olduklarına dair hiçbir işaret yoktu. Molozları temizlemeye çalışsa bile bu, samanlıkta iğne aramaktan farksız olurdu. Enkazın dışına çıkıp durumun ne kadar kötü olduğunu anlaması gerekiyordu.

Emekleyerek, uyandığı yere geri döndü ve gövdede açılan deliği, metali bükerek elleriyle biraz genişletti. Delik geçebileceği kadar büyüyünce dışarıya, aydınlığa doğru başını çıkardı.

Gözleri dışarıdaki yoğun ışığa alışınca yarım metre kadar aşağıdaki zemine baktı ve mekiğin kısmen çamura gömülmüş olduğunu fark etti. Delikten kendini yukarı çekip, dışarı çıktı. Çamura ayak bastığında gücü o kadar tükenmişti ki, ayakta duramadı ve ıslak toprağa sırtüstü yattı.

Kesik kesik nefes alır ve Chen’in kanlı yüzünü aklından çıkarmaya çalışırken gökyüzüne baktı. Gezegene ilk inişlerindeki karanlığı hatırlayınca dışarıdaki aydınlığın aslında bir hayal olup olmadığını düşündü. Üstelik ışıkta da doğal olmayan bir taraf vardı. Gökyüzü milyonlarca görünmeyen elektrik ampulüyle aydınlatılmıştı sanki. Bir süre şaşkın bir halde yukarı baktı, sonra ışığın ardında başka şeyler belirmeye başladı. Dikkatli bakınca görünebilen, sanki aydınlığın arasında saklanmış gibi duran siyah noktalar. İlk başta bunları, kan kaybı yüzünden gözlerinin ona oynadığı bir oyun sandı, gözlerini kırpıştırdı. Ama değillerdi. Orada öylece duruyorlardı. Garip gün ışığının gizlemekte zorlandığı binlerce siyah nokta gökyüzüne dağılmıştı. İçinden bir his ne olduklarını tahmin ediyordu ama iki büklüm doğrulup tüm göğü bir uçtan diğerine tarayana kadar emin olamadı. Bunlar yıldızlardı. Ama aydınlık nereden geliyordu o zaman? Güneş yoktu. Işığın geldiği belirli bir kaynak da yoktu. Sadece oradaydı işte, her yere tek düze bir şekilde dağılıyordu.

Düşünceli bir halde, gökteki siyah noktacıklara, yıldızlara bakmaya devam etti. Aslında şu anda gece miydi yani? İlk inişlerinde olduğu gibi, aydınlık olması gerekirken karanlık, karanlık olması gerekirken etraf aydınlıktı. Bu gezegende çok garip bir şeyler oluyordu.

Ne tür bir gariplik olursa olsun, şu anda daha önemli bir derdi vardı. Dostlarının iyi olup olmadığını öğrenmek zorundaydı. Oturduğu yerde geri dönüp enkaza baktı ve içinden çıktığı enkazın aslında mekiğin ufak bir parçası olduğunu anladı. Çıktığı enkazın ardında bir tepe yükseliyordu. Ama asıl dikkatini çeken ve onu iyice umutsuzluğa sürükleyen şey tepenin yüksekliği değil, hemen hemen tüm yüzeyinin düşen mekiğin oluşturduğu kraterlerle dolu olmasıydı. Zirveye yakın bir yerde devasa bir çukur vardı. Belli ki, en büyük parça oraya düşmüştü. Zirveden aşağıya doğru dağılmış olan birçok irili ufaklı krater de görülebiliyordu. Mekik düşmeden kısa bir süre önce havada parçalanmış olmalıydı.

İçinden bir his, bu çarpışmalardan hiç kimsenin sağ çıkamayacağını söylüyordu Kemal’e. Hem hayal meyal de olsa hatırladığı kadarıyla, birçoğu kasklarını takacak zaman bulamamıştı bile. Üstelik sağ olsalar dahi, en yakın enkaza kadar gidip, yaşayan olup olmadığını kontrol etmeye yetecek kadar gücü olduğunu sanmıyordu. Çaresiz bir şekilde mikrofonuna bağırdı. “Kimse var mı? Kaptan, LeBeuf? Cevap verin?”

Gözleri dağın eteklerini taradı ama ne enkazların yakınlarında bir hareket gördü ne de kulaklıklarından bir cevap işitti. “Hepsi öldü,” dedi Kemal kendi kendine sesli bir şekilde. “Hepsi öldü.”

Yaşlarla bulanıklaşan bakışlarını yere, çamurlu toprağa dikti. Gözleri kaskındaki çatlak kısma takılınca kaskını çıkarmak, oracıkta ölmek için müthiş bir istek duydu. Zaten 1-2 saate elbisesindeki hava biteceği için ölmüş olacaktı. Bu işe daha çabuk bir son verebilirdi. Gözyaşları çenesinden aşağı doğru süzülürken elleri kaskının kilitlerine doğru gitti. O anda yakındaki ufak bir krater dikkatini çekti. Altında mürettebattan biri olamayacak kadar ufak bir parçaydı bu ama bükülmüş gövde parçasının altında başka bir şey görünüyordu. Bunun düşündüğü şey olmasını umarak ayağa kalktı ve zorla da olsa ufak enkaza doğru yürüdü.

Çukura ulaşınca en üstteki metal yığınını kenara ittirdi ve parçayı açık bir şekilde gördü. Mekiğin iletişim aygıtıydı bu. En sağlam parçalardan biri olarak tasarlanmıştı ve kendi enerjisini bağımsız olarak üretebiliyordu. Hala çalışıyor olması mümkündü. Kısmen toprağa gömülmüş olan aygıtı yerinden çıkardı ve çalıştırmak için gerekli düğmelere bastı. Ufak led ekranda beliren verilerden aygıtın hala çalıştığını anladı. Elbisesinin frekansını aygıta göre ayarladıktan sonra konuşmaya başladı.

“Ben Elçi mürettebatından Dr. Kemal Türk. Mekiğimiz… gezegene düştü. Sanırım bir tek ben hayatta kaldım. Gemidekilerle iletişim kuramıyorduk. Yörüngede de değiller. Onlara ne olduğunu bilmiyoruz. Elbisemde fazla hava yok. Gezegendeki oksijen miktarı nefes almak için yeterli değil. Bu gezegende…” Duraksadı. Ne diyeceğini bilemiyordu, “…çok garip bir şeyler oluyor.”

Daha fazla konuşmak istemedi. Kaydı döngüye aldı, böylece mesajın eninde sonunda birileri tarafından dinlenme ihtimalini artırmak istiyordu. Aygıtın en son iletişim kurulan hedefini değiştirdi, vericiyi dünya yönüne ayarladı. Elçi’yle iletişim kurmaya çalışmanın bir anlamı yoktu artık. Hem şimdi göndereceği haberi onlar da dinleyebilirdi zaten, eğer hala orada bir yerdeyseler. Aygıtı bulabildiği en yüksek kayanın üzerine koyup yayını başlattı.

İşi bitince tekrar gökyüzüne baktı. Hava bulutlanmış, yıldızları örtmüştü ama ışıkta en ufak bir azalma bile yoktu. Sonra birden, yağmur yağmaya başladı.

Yağmur yağıyordu, ama buna teknik olarak yağmur denemezdi, çünkü damlalar gökyüzünden inmiyor, yerden gökyüzündeki bulutlara doğru yükseliyordu!

Gördüklerinin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışarak tersine yağan yağmurun üstünde öylece durdu. Bu, bir filmi tersine izlemek gibi bir şeydi. Yavaş hareketlerle ayağa kalktı. Kask camındaki damlaları silerek yere, ıslak toprağa baktı. Damlalar ya yerdeki su birikintilerinden ya da yoktan var oluyormuş gibi direk ıslak topraktan çıkıyor ve hızla gökyüzüne doğru yükseliyordu.

Aygıttan uzağa doğru bir adım attı. Ağır adımıyla etrafa saçılan sulardan damlalar oluşuyor, havadaki esrarengiz bir güç tarafından çekiliyorlarmış gibi yukarı çıkıyorlardı. Kemal büyülenmiş gibiydi. Arkasına bakmadan bir adım daha attı. Tanımlayamadığı bir güç tarafından bilinmeze doğru itiliyor, her adımda daha da büyülü bir âleme giriyordu sanki.

Topraktan çıkan yağmurla yıkanırken, arkasındaki dağın eteklerinde yatan dostlarından ayrılabilmesi için ardına bakmadan sadece yürümesi gerektiğini biliyordu. Sanki arkasına bakıp çarpışmayla oluşan kraterleri görürse anın büyüsü bozulacak gibiydi.

Ardına bakmadan bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Artık çamurlu toprakta yerçekiminin ve sakat bacağının mümkün kılabildiği kadar hızla yürüyordu. En fazla iki saat ömrü kaldığını düşünmemeye çalıştı. Büyüyü bozamazdı, gerçeğe dönemezdi.

Zaman kavramını yitirmiş bir şekilde vadi boyunca, yağmur üstünde ne kadar yürüdü bilmiyordu ama sonunda yağmur dindiğinde artık enkazı göremeyecek kadar uzaklaşmıştı. Ayaklarının altındaki toprak da tüm suyunu boşaltmış, kurumuştu artık.

Aralanan bulutlar arasında görünmeye başlayan yıldızlara baktı ve amaçsızca yürümeye devam etti. En sonunda durup etrafına bakındığında, biraz ilerde bir nehir gördü. Daha yakından bakmak için yaklaşınca dudaklarına bir gülümseme yayıldı. Nehir tersine akıyordu, yokuş yukarı. Tersine yağan yağmur kadar garip değildi belki ama düşüncelerini kanıtlıyordu. Burada her şey tersineydi. Burası tersine gezegendi. Dünyadakilerin ya da gemi mürettebatının da bunları görebilmiş olmasını dilerdi.

Nehir yanında durarak fazla vakit kaybetmedi ve nehri soluna alarak akıntının normalde akması gereken yöne, eğim aşağı yürümeye başladı. Bir süre sonra nehir, ilerde sağa doğru kıvrıldı. Akıntının geldiği yönü görmesini engelleyen kayaları geçince gördüğü şey karşısında donakaldı. 100 metre kadar ileride dikine toprağa gömülmüş, çarpık bir açıyla yana yatmış devasa bir gemi duruyordu. Arkasında da nehrin kaynağı olan büyük bir göl vardı. O kadar sıra dışı bir görüntüydü ki karşısındaki, havası azalmaya başladığı için beyninin ona oyun oynadığından emindi. Ama yine de kendini gemiye yaklaşmaktan alıkoyamadı.

Çarpık, devasa bir heykel gibi dikilmiş gemiye yaklaştıkça, onun Elçi’ye ne kadar benzediğini fark etti. Bu enkaz Elçi’ye ait olabilir miydi gerçekten? Ama üzerini kaplayan toz tabakası ve paslanmış dış gövdesine bakılırsa uzun süredir burada olduğu anlaşılıyordu.

Gemiye birkaç metre kala gövde üzerindeki yazıyı fark etti. Son iki harfi, üzerini kaplayan toz nedeniyle okuyamıyordu ama ilk iki harfin “El” olduğuna emindi. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarparken son iki harfin olduğu yeri uzay elbisesinin yırtıklarla dolu eliyle sildi. “Elçi” yazıyordu gerçekten de. Birkaç adım geri çekilip gemiye tekrar bakmak için elini gövdeden çekti ve o zaman ismin sonundaki işareti gördü. Roma rakamıyla iki yazıyordu tozdan arınmış el izinin altında. Geminin adı Elçi II’ydi.

Şaşkınlıktan ve beyninde çakan şimşekler yüzünden istemsizce bir geri adım attı, bir taşa takılıp dengesizce yere düştü. Yerde hareketsiz yatarken gözlerini indirip yazıyı tekrar okudu. Yanılmıyordu. Gerçekten de Elçi II yazıyordu gövdede. Ama bu nasıl olabilirdi ki? Dünyadan yeni bir gemi gönderilmiş olsa bile buraya onlardan önce ulaşabilmesi mümkün olamazdı. Zaten kendileri neredeyse ışık hızına yakın bir hızla yolculuk etmişlerdi ve bundan daha hızlı gidebilmek mümkün değildi. Üstelik bu geminin oldukça uzun bir süredir burada olduğu belliydi.

Gözlerini yukarı dikti, aydınlık gökyüzündeki karanlık noktalara, yıldızlara baktı. Burası tersine gezegen diye düşündü. “İkinci gemi bile bizden önce buraya gelmiş.” Birden aklına bir şey geldi. Belki burada zaman bile tersine işliyordu. O zaman Elçi II, ilk gemiden 100 yıl sonra gönderilmiş olsa bile, gezegene düştüyse, zaman bu gezegende geçmişe doğru ilerlediği için hala burada olabilirdi. Sanki düşündüklerini doğrulamasını istermiş gibi tekrar gövdedeki yazıya baktı.

Peki, kendi gemileri nereye kaybolmuştu? Yattığı yerde, gezegene ilk gelişlerini düşünmeye çalıştı. Gezegene varır varmaz hemen mekikle inmişler, sonra da gezegende yaklaşık iki saat oyalanmışlardı. Eğer gezegende zaman geriye doğru gidiyorsa… o zaman onlar tekrar yörüngeye çıktığında Elçi henüz gezegene varmamıştı bile! Gemiden ayrılıp gezegene inmelerinden sonra geçen her dakikada mekik mürettebatı geçmişe doğru olmuştu. Birden içini büyük bir suçluluk duygusu kapladı. Eğer yörüngeye çıkma konusunda ilk seferde kaptana karşı çıkmasaydı, o aptal testler için gezegende bir saat bile kalmak istemeseydi… Hiç oyalanmadan direk yörüngeye çıksalar belki de Elçi’nin gezegene gelişini izleyeceklerdi.

Kemal’in kafasında birden her şey anlam kazanmaya başlamıştı. İçindeki suçluluk duygusu büyürken ne yapacağını bilemeyerek güçlükle yerinden kalktı. Elçi II’ye bakmadan geldiği yöne doğru yürümeye başladı.

Hala aklına yatmayan bir şey vardı. Ayaklarını sürüyerek yürürken neyi unuttuğunu hatırlamaya çalıştı. Dayanılmaz bir karanlık saçan güneşin, aydınlık gökteki ufak yıldızların, tersine yağan yağmurun ve tersine akan nehrin görüntüsü, Elçi II’nin çürümüş enkazının ve Dr. Chen’in kanlı yüzünün hali düşüncelerini gölgelemeye çalışırken birden hatırladı. Mesaj! Gezegenden gönderilen, 12 küsur ışık yılı uzaktan buraya gelmelerine neden olan o mesaj! Onu kim göndermişti peki?

Cevabı biliyordu. Yaklaşık bir saat önce dünyaya gönderdiği ve döngüye aldığı mesajı hatırladı. O sinyali gönderen kendisiydi! O alet yıllarca çalışabilir ve çalıştırıldığı andan itibaren geçmişe doğru sürekli sinyal göndermeye devam edebilirdi. Giden sinyaller de farklı bir zaman çizgisinden gönderildiği için karışabilir, bu yüzden Dünya’da anlaşılamazdı. Evet, evet öyle olmalıydı. Böylece, gezegene vardıklarında sinyalin neden kesildiği de anlam kazanmış oluyordu. Kemal, sinyali mekikle düştükten sonra başlatmıştı, yani Elçi gezegene varmadan hemen hemen bir saat önce. Ve sonra da sinyal zamanda ileriye değil, geriye doğru gönderilmeye devam etmiş, dolayısıyla da zamanda ileriye doğru giden mürettebat için sinyal gezegene vardıklarında kesilmişti.

Gerçeği kavrarken bile olayın karmaşıklığından başına ağrılar girdiğini hissetti. Ama o mesajı gönderdiği için her şeyin, her şeyin sorumlusu kendisiydi.

Hala vakti vardı. Cihaza ulaşıp sinyali durdurabilirse, dostlarının hiçbiri ölmemiş olur muydu? Elçi bu lanet gezegene gönderilmemiş olur muydu? Denemek zorundaydı.

Kemal geldiği yöne doğru tüm gücüyle, mümkün olabildiğince hızla yürümeye başladı. Sakat bacağının acısına falan aldırdığı yoktu, içindeki pişmanlık duygusu her şeyi aklından silip atmıştı. Nehir boyunca ilerledikten sonra enkazın olduğu yöne doğru dönerken artık nefes almakta zorlandığını fark etti. Sanki yeterince hava soluyamıyor gibiydi. Fazla vakti kalmamıştı ama bacakları onu taşıdığı sürece yürüyecekti. Sinyali durdurmak zorundaydı, ne pahasına olursa olsun.

Nehir ardında kaybolur, tepenin eteklerine dağılmış kraterler görünür hale gelirken bir adım atmak bile büyük çaba gerektiriyordu. Ayakları birbirine dolanıyor, sürekli tökezliyordu. Aldığı nefeslerin sonu gırtlağından gelen bir iniltiyle kesiliyordu artık. Elbisesindeki havanın yeterli olması için yalvarıyordu sürekli. Her şeyin sorumlusu kendisiydi. O cihaza bir ulaşabilse, o sinyali durdurabilse…

Kayanın üzerine koyduğu siyah cihazı uzaktan gördüğünde ciğerleri alev alev yanmaya başlamıştı. Kaskının içindeki bunaltıcı sıcaklık yüzünden alnından aşağı kayan terler gözlerini yakıyor, görüşünü engelliyordu. İçinden çıktığı enkazın yanına ulaştığında artık elbisesinde hava kalmadığını anladı. Göğsü son kez acıyla kalkarken dizlerinin üstüne çöktü. Boğazı acıyla gerildi, elleri can havliyle kaskının kilitlerine doğru gitti. Kaskı çıkarabilirse, birkaç adım daha kazanabilirdi belki.

Gözleri kararır, elleri kontrolsüzce titrerken kilitleri açtı ve kaskı başından çıkarıp attı. Soğuk hava terden sırılsıklam yüzünü yalayınca biraz kendine gelir gibi oldu. Kasılmış ciğerleri azıcık da olsa oksijen alabildiği için biraz rahatladı. Hemen ayağa kalkmaya çalıştı. Fazla vakti yoktu. Başı dönerken gitmesi gereken yönü kestiremeden bir adım attı. Sonra on metre kadar ilerdeki cihazı gördü. Cihaza doğru zorla bir adım daha attı, ciğerleri acıyla gerildi. Sakat bacağının üzerine basarak bir adım daha. Nereye gideceğini kestirmekte zorlanıyordu. Gözleri mi kararmaya başlıyordu, yoksa hava mı kararıyordu? Vücudundan soğuk terler boşanırken son bir adım daha atmak istedi ama dengesini kaybedip düştü.

Yere düşerken, ciğerlerine giden hava artık yetersiz kalıyordu. Cihazın durduğunu sandığı yöne doğru son bir çabayla sürünmek istedi ama beyni, kaslarına çaresiz emirler gönderirken orada öylece yattı. Başaramayacaktı.

Ufuktan yükselen karanlığı gördü. İçindeki pişmanlıkla birlikte gezegendeki karanlık da büyüdü, onu da içine aldı. Kemal’in göğsü son kez acıyla kalktı ve tersine gezegen karanlığa gömüldü.


Öykü – Akılsız Ev

Evdeki akıllı eşyaların boyunduruğundan kurtulup hayatının kontrolünü tekrar eline almaya çalışan bi…

Öykü – Özgür Adam

Hayatın tutsak ettiği bir komutanın hayatı, distopik bir gelecekte sınır karakoluna gelen muamma bir…

Öykü – Ateş Düştüğü Yeri Yakar

Bir yangında hafızasını kaybeden robot suçlu olduğu iddiasıyla yargılanmaya başlar.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

13 − eight =